Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Hava Durumu Gazeteler
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Kitap sayfamızda bu hafta | Hem gerçek bir bilim öyküsü hem de fantastik bir hikaye: Aklın ayak izleri

Hazırlayan: Turan Horzum “Özgürlüğe kanat çırpan kelebekler gibiydiler, nasıl bir

Hazırlayan: Turan Horzum

“Özgürlüğe kanat çırpan kelebekler gibiydiler, nasıl bir yangına uçtuklarını bilmediler.”

Günümüzde kurmaca metinlerde birbirine benzer kitapların çoğaldığını görebiliyoruz. Yaratıcı tekniklerden uzaklaşıldığı, konu ve karakter seçiminde de bir sığlığa gidildiği söylenebilir. Bütün bunların siyasal ve toplumsal anlamda bir geçiş donemi olduğunu da düşünüyorum. Tabii ki okuyucuda kalıcı izler bırakan belki de geleceğe kalacak hayli nitelikli metinler de var. 
Son donemde okuduğum ve beğendiğim kitaplardan biri de bu niteliklere sahip. Öykü yazarı Yusuf Nazım’ın, “Aklin Ayak İzleri” romanı. Yazar’ın o kadar olgunlaşmış dili ve anlatımı var ki Türkçenin lezzetine de diyalogların doğallığına da tanıklık ediyorsunuz. 

Devrimci bir yaşam

Yusuf Nazım, Kızak ve Leyla’yı Beklerken adlı öykü kitaplarından sonra, üç ciltlik roman serisiyle okurlara yeniden ‘merhaba’ dedi. Geçtiğimiz yılın mart ve nisan aylarında raflara çıkan ‘Aklın Ayak İzleri 1-2-3’, yıllar süren bir çalışmanın ürünü. Roman serisi, hayat hikâyesinin izinden gidilen Oktay Kaynak’la ortak imzalı olarak okurla buluştu.
  Yazar, ihtilallerle başlayıp ihtimallerle devam eden devrimci bir yaşamın izinden gidiyor. Bu iz sürüşte, şaşırtıcı olarak kendimizi milyonlarca yıl öncesinin Doğu Afrika’sında, Büyük Rift Vadisi’nin tropikal ormanlarında buluyoruz. 

Yazar, isyana ve evrime adanmış bir ömrün hikâyesini, 1968 isyancılarından Oktay Kaynak’ın yaşam ayak izleri, kâh 18 milyon yıl öncesine gidiyor, kâh 1968 isyanının Türkiye’yi saran ateşine giriyor. Burada, 1970’li yılların devrimci önderlerinden Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, Mahir Çayan’la karşılaşmak romanın sürprizlerinden.

Kitap, ön notunda yazdığı üzere, türü olmayan bir roman gibi ilerliyor:

“Üç kitaplık bu seri başlı başına ne bir bilim öyküsü ne de fantastik bir hikâye olarak adlandırılabilir. Öte yandan bu bir dönem romanı da değildir. Buna karşılık eserin, insan evrimine ilişkin yeni bir tezi anlattığı açıktır. Bu tezi anlatırken bilim gerçekliğinin yanı sıra onunla bağlantılı fantastik öykülere yer vermekte, bunu yaparken de yer yer çağdaş ve güncel bir tarihin içinde yol almaktadır. İşte bu yönleriyle kitap serisi, aynı zamanda hem bir bilim öyküsü hem fantastik hikâyelerin yer aldığı bir roman, hem de bir dönem anlatısı olarak da görülebilir.”

Roman, bir yandan çağdaş dünyada akıyormuş gibi görünürken öte yandan aklın, zamanın ve uzayın derin sınırlarında dolaşıyor. Bunu yaparken gözlenebilir çapı, 93 milyar ışık yılı olan bir evrenden bahsediyor. 100 milyar galaksinin bulunduğu boşluktaki, 1 trilyon tane trilyon arasındaki yıldızdan biri olan Güneş’in etrafında dönen dünyamızın üzerindeki insanın hikâyesine odaklanıyor. O, ceviz kabuğu gibi kurumuş ve büzülmüş, o mini minnacık kürenin kaderini belirleyecek insan zekâsının serüvenine… O serüven ki, yeryüzündeki 953 bin 434 tür hayvandan sadece birine ait evrimsel bir hikâye.
Roman serisi, böylesine karmaşık bir evrende, onun mini minnacık bir parçası; Dünya üzerindeki bir yaşama odaklanmayı amaçlamakta. Hayvan, bitki ya da mantar olarak değerlendirilemeyecek ilk tek hücreli protistlerden başlayarak, çok hücrelilere, balıklara; balıklardan memelilere, onlardan ilkel primatlara, şempanzelere ve nihayet ilk insanımsıların; hominilerin ortaya çıkmasını sağlayan milyonlarca yıllık evrim sürecinin son halkalarından birine, insana mercek tutan bir hikâye… 

Benzersiz bir zeka

Öyle bir insan ki, kendi varoluş evreninde, dört ayak üzerinden iki ayaklılığa dönüşmek suretiyle yaşayacağı diyalektik bir sıçrama; buna eşlik eden çok özel ve istisna bir evrim süreci; bu sürecin sonunda kendini gösteren benzersiz bir zekâ… Öyle bir zekâ ki, ona sahip olmakla ortaya çıkan, kendini ve içinde yaşadığı gezegeni yok etme potansiyeline de sahip yepyeni bir canlı türü…
Öyküsü, 18 milyon yıl önce ağaçların yüksek tepelerinde yaşamını sürdüren dört ayaklı primatların, bundan yedi milyon yıl öncesinde, Orta/Doğu Afrika’da başlayan yolculuğu. Yağmur ormanlarının kanopilerinde yaşamını sürdüren bu memelilerin, Doğu Afrika’daki büyük tektonik hareketler, depremler, volkanik püskürmelerden kaynaklı oluşan Rift Vadisi’nde, zamanla kendi doğal yaşam alanlarından koparak ağaçlardan inmeleri; kimi primat kolonilerinin beslenme ihtiyaçlarını daha çok sudan sağlamaya başlamalarıyla oluşan antropolojik bir öykü. 
4-5 milyon yıllık yarı su, yarı karasal yaşamla birlikte iki ayak üzerinde yürümeye yönelen bazı primat türlerinin, zamanla embriyolarının da bu değişime ayak uydurmasıyla rahim içinde 180 derecelik takla atması, buna koşut olarak beynin büyümesi ve zamanla akıllı, zeki, daha zeki ve korkunç zeki bir türe dönüşmesi…

Sonunda, içine doğduğu gezegene meydan okuyan; doğaya ve diğer canlılara karşı acımasız bir üstünlük sağlayan bu yeni türün, yeri geldiğinde nasıl durdurulması güç bir yok ediciye dönüştüğünün dramatik hikâyesidir anlatılan.

Birinci kitap, iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, 20. yüzyılın çağdaş dünyasına ait. Bir çocuğun, küçük yaşlardan başlayarak canlıların üreme yöntemlerine olan sıra dışı merakının yolculuğu bu. Üniversite yıllarında kendini, dünyayı çalkalayan bir isyan ateşinin içinde bulan gencin, ülkesindeki başkaldırının liderleri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla olan ilişkileri; öfke, itiraz ve isyanla geçen sert yılların ardından düştüğü cezaevi; burada yıldızlara ulaşmak üzere Mahir Çayan’la girdikleri firar tüneli; uzun cezaevi yaşamında, insan evrimiyle ilgili vardığı şaşırtıcı, sezgisel sonuçlar… Oktay Kaynak öznelliğinde anlatılan hikâyelerde, zaman zaman onun çocukluğuna olan geri dönüşler, cezaevi koşullarında yaptığı deneyler, iç düşünceler, rüyalar, insan evrimine ilişkin tutkulu merak, akıl yorma ve araştırma çabaları bu sezgiselliğin ipuçlarını oluşturmakta. İkinci bölümse, 18 milyon yıl önce, Afrika’daki tropikal ormanların kanopilerinde yaşayan insan öncesi dört ayaklı primatların dünyasında geçmekte.

Aklın Ayak İzleri, Hurdacı Darwin 20. Yüzyılda geçmekte. Dünyadaki adaletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa baş kaldırmış ama yenilmiş bir isyancıyı zorlu bir hayatta kalma mücadelesi verirken görüyoruz. Gerçekte ise o, daha büyük bir başkaldırının kavgasına hazırlanmaktadır. Umut etmekten yorulmadan başka bir direnişe, tamamlanmamış bir isyandan yepyeni başka bir kalkışmaya doğru uzun bir maratondur onunkisi. Kitabın sonraki bölümünde ise bir kez daha kendimizi milyonlarca yıl öncesinin Doğu Afrika’sında buluyoruz. Büyük Rift Vadisi’nde, bugünkü Etiyopya’nın Afar Bölgesi’dir burası. Hikâye, 3,18 milyon yıl önceki tropikal ormanların en yüksek tepelerinden toprağa inmek zorunda kalmış, yarı sucul bir yaşamdır karşımıza çıkan. Bundan böyle, iki ayak üzerinde yaşamaya çalışan insanımsıların ilkel dünyasında akacaktır hikâye…

Son ve üçüncü kitapta bölümlerin sırası değiştirmiştir. Üçüncü kitabın ilk bölümde okur, Afrika’dan fantastik bir hikâyenin içinde bulur kendini.
Bu bölümde içine sürüklendiğimiz zaman 1,9 milyon yıl öncesidir. Yine Doğu Afrika, yine Büyük Rift Vadisi ve bu sefer mekân, bugünkü Turkana Gölü civarındaki Koobi Fora bölgesidir. Afrika Kıtasını kuzey güney doğrultusunda bölen yedi bin kilometrelik Büyük Rift Vadisi’nde tropikal ormanlar giderek zayıflamaktadır. Büyük çaplı tektonik hareketler, yüzlerce, binlerce volkanik püskürme, yanan, yok olan ormanlar… Bu bölümdeki roman kahramanları, ağaçların kanopilerinden yere inmek zorunda kalan bazı primat sürülerinin üyeleridir. Bundan böyle yaşamak zorunda kalacakları yarı sucul, yarı karasal yaşama uyum sağlamak için iki ayaklığa geçiş sürecindedirler.

Takip eden bölüm ise 21. Yüzyıl dünyasına aittir. Burada, 1968 başkaldırısında kaybettiği Deniz, Mahir, Cihan ve diğer yoldaşlarının yasını unutamayan Oktay Kaynak’ı, bilime adanmış bir ömrün içinde görürüz. Hapisten çıktıktan sonra o, hayata tutunmaya çalıştığı zorlu bir yaşamda, yoldaşı Deniz Gezmiş’in kardeşine olan vasiyetini örnek almış, insan evrimine ilişkin bilimsel bir tezin peşine düşmüştür. Oktay’ın, insanın nasıl olup da akıllı bir canlı olduğuna dair merakı, bu merakın onun Maltepe Cezaevi’nde kazdığı tünelle başlayan yolculuğu, bilim dünyasının sert ve zorlu duvarları arasında, dişiyle ve tırnağıyla başka bir tüneli kazarak devam etmektedir. İnsan nasıl insan olmuştur? Onu, yeryüzündeki yegâne iki ayaklı canlı yapan süreç nasıl gelişmiştir? Bir yandan sevgi, naiflik, bölüşme, dürüstlük, dayanışma, erdem gibi duygu ve kavramları geliştirirken, öte yandan onu, sahip olduğu zekâyla birlikte bütün canlılar ve doğa üzerinde hükümran kılan; önüne geleni öldüren, yakan, yıkan, yok eden bir canavara dönüştüren şey neyin eseridir? Roman bu sorularla devam ederken, ilginç sürprizlerle birlikte, hızla şaşırtıcı bir sona doğru yol almaktadır.
Üç ciltlik romanı okurken, aklın ve zamanın sınırlarını zorladığını hissediyor insan. Gerçeklikle kurmacanın nasıl harmanlandığını görüyorsunuz.  Geri dönüşlerle olaylar aktarılsa da duraksamıyor, boşluklar bırakmıyor, soluksuz aktarıyor her şeyi. 

   Yusuf NAZIM- Oktay KAYNAK

                                                           Aklın Ayak İzleri 1, Bir Devrimcinin Romanı

                                                          Aklın Ayak İzleri 2, Hurdacı Darwin

                                                          Aklın Ayak İzleri 3, Bilim Tünellerinde Tek Başına

Söze Düşen

Hazırlayan: Emel KADÖR

Han Kang nobeli hak ediyor

“Rüyadayken her şey gerçekmiş gibi gelir ya insana, ancak uyandıktan sonra rüya olduğunu anlarsın. Demek istediğim elbet bir gün biz de bu rüyadan uyanırsak, o zaman…”
“Tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan yoğun, şiirsel  düzyazısı”  nedeniyle 2024 Nobel Edebiyat ödülünü kazanan, 1970 doğumlu Han Kang;  bu ödüle layık görülen ilk (Güney) Koreli yazar. 
Babası ve kardeşi de yazar olan, edebi kariyerine 23 yaşında başlayan Han Kang, Kore Edebiyatı eğitimi gördü, eserleri sinemaya aktarıldı. Vejetaryen romanı ile Uluslararası Man Booker Ödülü’nü aldı.  Halen Seul Sanatlar Enstitüsünde yaratıcı yazarlık  dersleri veriyor. 
Filmi de yapılan Vejetaryen, kısa ama yoğun bir roman. Seul’de yaşayan; pek fazla cazibesi olmayan, soluk tenli, az konuşan, her şeyi sessizce kabul eden Ypnghe bir gün aniden et yememeye başlar.
Yonghe’nin vejetaryen olmasıyla; hem evliliği hem  ailesi hem de pamuk ipliğine bağlı gibi görünen yaşamıyla da tüm  iletişimi ve ilişkisinin bozulması üzerine kurulmuş roman. 
Hayatta her zaman orta yola yatkın duran kocası ile görünüşte sorunsuz bir evlilik yürütmektedir Yonghe. Tek hobisi kitap okumaktır. Bir gün işten gelen kocası, onun dolaptaki et ürünlerini çöpe attığını görür. Nedeni, gördüğü rüyalar diye açıklar. Bu kadar. 

Vejetaryen modasına  kapıldığı düşünülür. Yonghe gittikçe zayıflar, düzenli yaptığı rutinleri de bir bir yaşamlarından çıkmaya başlayınca; kocası önce, onun koruyucusu gibi olan ablasını devreye sokar, durum kötüleşmeye başlayınca yakınlar haberdar edilir. Tüm ailenin bu amaçla bir araya geldiği yemekte, ikna edilmek istenir. Kararlılığı karşısında şiddete meyilli babanın kızına  tokat atmasıyla Yonghe bir anda bıçağı alır ve kol damarlarını keser. Bu olay Yongehe için hastane süreçlerinin başlangıcıdır. Bir süre sonra eşi pes eder ve ayrılırlar.
Bir kozmetik mağazasını işleten, sanatçı kocasına evliliklerinde hiçbir sorumluluğu üstlenmese de gözü gibi  bakan, beş yaşında bir çocuğu olan abla üstlenir Yonghe’nin bakımını. Ondan sadece dört yaş büyüktür ama doğduğundan beri babasının dayaklarından koruduğu gibi yine kanatları altına alır kız kardeşini. 
Abla; kendi ailesi, işi,  anne- babası, hastane sarmalında yakınmasız sürdürse de hayatını ne kardeşini  ne de gittikçe Yonghe’yi bir yaratım malzemesi gibi gören  ve yeni yaratım süreçlerine yönelen eşini bulundukları sarmalın dışına çıkaramaz. 
Gittikçe karmaşıklaşan hayatlarında sanat objesine dönüşen cinsel dürtüleri iki suskun insanı birbirine yaklaştırır. Zaten pek çok dengesizliği barındıran yaşamları çözümsüz bir hal alır. 

Han Kang; vejetaryen olarak algılansa da veganlıktan da öte, bitkiye dönüşmek isteyen;  doğadan uzak yaşam biçiminde tıkanan, çağdaş dünyaya yabancılaşan bir kahraman yaratmış. “Enişte” kişisi de kahramanın  erkek izdüşümü gibi. İkisi de çok konuşmayan, kendi içlerine dönük sorularıyla boğuşan karekterler

Yazar; varoluşun şifrelerinin çocuklukta olduğu  tezine yaslıyor romanını öncelikle. Kore’ye özgü bir karakteristik özellik (mi) diye düşündüğüm; “sabır” kelimesi ile ele alınan derin kabulleniş  ve suskunlukla sürdürülen anne-baba ilişkilerini odağına alıyor. Ne olursa olsun “aile” bozulmasın, orada yapılan her türlü kötülük  onu sürdürme adına sineye çekilsin, dillendirilmesin denilen; 
adeta bir kutsallıkla  çevrelenerek patlamaya hazır bombalara payanda olan aile kurumunu sorguluyor. 
“Telefon kapandı,  karısı  da başka kadınlar gibi bağırıp çağırsaydı, başının etini yiyip lanetler okusaydı, içi belki daha rahat edecekti. Bu kadar kolay vazgeçmesi, vazgeçişin tortusunu hüzünlü biçimde bastırması  adeta nefesini kesiyordu. Anlaşılmak ve saygı görmek için  kadının gösterdiği umarsız  çaba iyi mi kötü mü bilmiyordu. Fakat kendisinin benmerkezci ve sorumsuz olduğundan emindi. Onu kötü tarafa  yaklaştıranın, karısının boğucu sabır ve iyiliği olduğunu düşünmek  istedi.”

Romanın arka planında; modern dünyanın her şeyi öğüten sistemi, bu sistem içinde evrilen insan ilişkileri, yenilik amacıyla insanı salt bir objeye dönüştüren sanat anlayışları da yer alıyor. Bu bağlamda hem insan ilişkilerinde hem de sanatsal yaratımda estetik nasıl gerçekleşir sorusu da okurun  zihnine bırakılıyor. 
Han Kang, cinsel duyguları baskılamayı, aile içi şiddetin bilinçaltına etkisini, çocukluktan getirilenlerle baş edemeyişi; ağaç, çiçek, rüya metaforları kullanarak akıcı bir dille anlatıyor. Kimi zaman ben dili, kimi zaman 3. tekil  kişili anlatımı aynı paragraf içinde ustalıkla kullanıyor. İtalik harflerle açıklamasız girilen rüyalar, geriye dönüşler  karakteri tanımaya yardım ediyor. 
Kitabın rahat okunmasında; Vejetaryen’i 2016’da çeviren  Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölüm Başkanı Prof. Dr.Göksel Türközü’nün payının  büyük olduğunu  düşünüyorum. 

“Rüyadayken her şey gerçekmiş gibi gelir ya insana, ancak uyandıktan sonra rüya olduğunu anlarsın. Demek istediğim elbet bir gün biz de bu rüyadan uyanırsak, o zaman…”  diyen ablanın, Yonghe’nin kulağına fısıldadıkları gibi “uyanma” umudunu saklı tutuyor yazar. Ben de diyorum, bir gün mutlaka uyanır tüm uyuyanlar…
Vejetaryen Koreli kişileri ele alsa da  gerçekte anlatılan tüm kadınlar, erkekler. Nobel Edebiyat Ödülü’nü hak ediyor Han Kang.

Han Kang- Vejetaryen
Aprıl

Anne Baba Kütüphanesi

Çocuğumun beyninde neler oluyor?

“Sosyal iletişim ve etkileşim ortamından uzakta olan beyin gelişemez.”

Ebeveynlik, çocukların fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaktan çok daha fazlasını içeriyor. Bir çocuğun duygusal dünyasını anlamak, davranışlarının ardındaki nedenleri keşfetmek ve onların gelişim süreçlerine uyum sağlamak, anne-baba olmanın en karmaşık ama en anlamlı yönlerinden biri. Doç. Dr. Saniye Bencik Kangal’ın Çocuğumun Beyninde Neler Oluyor? kitabı, ebeveynlere bu karmaşık yolculukta rehberlik ederek, çocukların zihinsel ve duygusal gelişim süreçlerini anlamalarına yardımcı oluyor.

Kangal, kitabında çocukların beyninde gelişen süreçleri bilimsel bir temele oturtarak açıklıyor, ancak bunu yaparken sade ve anlaşılır bir dil kullanmayı ihmal etmiyor. Ebeveynlerin çocuklarının davranışlarını değerlendirirken sıklıkla gözden kaçırdığı biyolojik ve psikolojik faktörlere dikkat çekiyor. Örneğin, bir çocuğun öfke nöbetleri geçirmesi ya da inatçı davranışlar sergilemesi, çoğu zaman ebeveynler tarafından yanlış yorumlanabiliyor. Kangal, bu tür davranışların arkasında beynin gelişim sürecine bağlı doğal tepkiler olabileceğini vurgulayarak, ebeveynlere çocuklarına daha fazla sabır ve anlayış göstermeleri gerektiğini hatırlatıyor.

Kitap, çocukların farklı yaş gruplarında beyinlerinin nasıl geliştiğini ve bu gelişim sürecinin davranışlarına nasıl yansıdığını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Kangal, özellikle erken çocukluk döneminde beynin şekillenme hızının ne kadar yüksek olduğuna dikkat çekiyor ve bu dönemde ebeveynlerin çocuklarına sunduğu çevrenin ve duygusal desteğin önemini vurguluyor. Çocukların empati, problem çözme ve duygusal düzenleme gibi becerileri geliştirmelerinde ebeveynlerin nasıl bir rol oynayabileceğini somut örneklerle açıklıyor.
Bir diğer önemli nokta ise, kitabın ebeveynlere sadece çocuklarını anlamaları için değil, aynı zamanda kendi ebeveynlik tutumlarını gözden geçirmeleri için de fırsat sunması. Kangal, ebeveynlerin kendi çocukluk deneyimlerinin ve duygusal durumlarının, çocuklarıyla kurdukları ilişkiyi nasıl etkileyebileceğini anlatıyor. Bu, ebeveynlerin sadece çocuklarının değil, aynı zamanda kendi duygusal farkındalıklarını artırmaları için de bir çağrı niteliğinde.

Çocuğumun Beyninde Neler Oluyor?, çocuklarını daha iyi anlamak ve onların gelişim süreçlerine bilinçli bir şekilde eşlik etmek isteyen ebeveynler için vazgeçilmez bir kaynak. Saniye Bencik Kangal, çocukların dünyasına bilimsel ama bir o kadar da sıcak ve samimi bir pencereden bakmayı başarıyor. Ebeveynlik yolculuğunuzda çocuğunuzun davranışlarını anlamlandırmakta zorlandığınızda, bu kitap size rehberlik edecek ve çocuğunuzun dünyasına daha derin bir anlayışla yaklaşmanızı sağlayacak. Unutmayın, bir çocuğun beyninde neler olup bittiğini anlamak, onun kalbine giden en önemli adımlardan biridir.
                                                                                                     

Doç. Dr. Ümüt Arslan  
Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın
Psikolog Seray Bingöl 
 

Hikayelerin büyüsü

Yol döne döne bir dağa çıkıyordu. Ormanlardan ve derelerden geçtik. İki defa otobüsün önünden dumanlar çıktı. Herkes indi. Emzikli bir kadın kaldı sadece içeride. Bekledik. Yaşlı bir teyze ekmek ve tereyağı çıkardı. Sürdu. Tuz ekti. Bize uzattı… “Çok ayıp oğlum,” dedi. “Allah’ın nimeti.” Ahmet başını omzuma koymuş uyuyordu. “Hasta mı abi? dedi muavin çocuk. İki kızıl karınca paçalarımdan yürüyüp çıktı. Koynuma kadar girdiler arka arkaya. Otobüs yine hareket etti. 
                                                                                                                   

 Ahmet BÜKE
                                                                                                                     Cazibe Istasyonu

Yazarın büyüsü

Edebiyatın hikâye anlatma ihtiyacından doğduğunu düşünüyorum. İnsan anlatmaya ve dinlemeye ihtiyaç duydu. Muhtemelen ölümlü olduğumuzu keşfettiğimiz anda bu zorluk ve gereksiz ayrıntılarla dolu, sıkıcı ve sonlu hayatımıza katlanmak ve ne olursa olsun devam etmek için hikâyelere sarıldık. Mitolojiler ve dinler gibi büyük anlatılar yanında sıradan insanların hikâyelerini de anlatmaya, dinlemeye, okumaya başladık… Dolayısıyla bugün bile edebiyattan hikâyeyi çıkarırsak geriye anlamsız bir boşluk kalır gibi geliyor bana.
                                                                       

Ahmet BÜKE